3 Mart 2017 Cuma

YİNE YENİDEN

   Çok uzun zaman geçti değil mi?  Oysa bana dün gibi geliyor. Zaman onu nasıl algıladığımızla da ilgili aslında. Geçmiş anılar, yaşanmışlıklar, gelecek planları, hayaller... ama tek sahip olduğumuz içinde bulunduğumuz şuan kanımca. Yazımı okuduğunuz bu an, kahvenizi yudumladığınız, akıllı telefonunuzdan göz attığınız bu an...
    
    Ayrı kaldığımız sürede denizden uzak kalsam da en azından yılda iki defa denizle ve derin mavi ile buluşma şansım oldu.
     Bundan sonra ise sonsuz mavinin hep içinde olacağımı ümit ediyorum. Daha sık deniz okuyacak, daha fazla yol hikayesi okuyacaksınız artık. Tabi yeni sürprizlerim de olacak: bundan sonra yolculuğuma eşlik eden araç yorumlarımı da okuyacaksınız. 
     Şimdilik bu kadar diyelim, çünkü artık çok sık birlikteyiz, sağlıcakla ve maviyle kalın...
  


2 Mart 2014 Pazar

Yolculuk...(2)

     Evet artık dümen bendeydi. Hem de yolun bana göre en keyifli kısmında. Keyifli çünkü artık asfalt kıvrıla kıvrıla bizi denize götürecek, keyifli çünkü her virajda denizi görme umudu biraz daha artacaktı.
    Tabi umudumuza gölge düşüren bir şey daha vardı, ılık havaya rağmen cama azar azar da olsa kenini bırakan ufak yağmur damlaları.
    Bu yolculukta nedense Ankara'da soğuk ve kasvetli hissettiren yağmur damlaları, burada ferah ve zinde hissettiriyor. Damlalar burada daha berrak, yolun kenarındaki doğa yağmurla daha bir yeşil ve canlı gözüküyor.
 
    Yavaş kullanıyordum, arkada uyuyanlar rahatça uyuklasınlar, içinde bol balık olan rüyalarının keyfini çıkartsınlar diye. Badim İsmail, yanımda beni kolaçan ediyor, uyuklamayayım diye, havadan sudan aklına ne gelirse beni konuşturmaya çalışıyordu. Ama yolun yorgunluğundan mı yoksa bana güveninden mi arada uyukluyor, içimden gülmeme sebep oluyordu.
    Tekerleklerimizin her dönüşünde Kaş'a biraz daha yaklaşmıştık ama hava hiç düzelecek gibi gözükmüyor hatta yağmur hızını arttırıyordu. Kaş'a kadar gidip, yağmur seyredip dönmek de vardı bu yolculukta.
     Çukurbağ yarımadasına gelmiştik bile bu düşünceler içinde, sağanak hatta neredeyse fırtınayla birlikte.
     Cumartesi sabahları Kaş' girince ilk işimiz tabi ki Nur pastanesine girip kahvaltı etmek oluyor genelde. Sonra otele kısa ve hızlı bir yerleşme, sonra doğru limana. Nur pastanesine girmiştik, tekne hareketine neredeyse bir saat kalmıştı ama her yer kara bulutlar ve damlacıklarla doluydu. Artık son lokmalarımızı alırken hava aniden aydınlandı, güneş gözlerimizi kamaştırdı, çok ilginç sanki film setindeydik ve yönetmen: "hadi güneş sahnesi başlasın" demişti.
    Güneş sadece bizi değil limanda teknede bizi karşılayan Hasan kaptanın yüzünü de aydınlatmıştı. Ve hoş geldiniz derken haklı çıkmanın verdiği manidar gülümsemesi, keyifli bir dalışın habercisiydi.

17 Ocak 2014 Cuma

Yolculuk... (1)

     Soğuk bir Ankara akşamıydı... Hikayeler de böyle başlar değil mi? Yol kenarları buza dönmüş kirli kar yığınları, puslu bir gece. Biz ise arabaya doluşmuş, battaniyelere sarmalanmış beş arkadaş.
     Biraz umutsuz da olsa, gece çöker çökmez Kaş'a doğru yola çıkmıştık. Umutsuzduk, çünkü hava tahminleri hafta sonunun kapalı ve fırtınalı gösteriyordu. Battaniyelerle bir bütün olmuştuk, çünkü küçük ticari aracı nedense ısıtamıyorduk.
     Aracımızın arkasını dalış çantaları ve her yeri kapladığımız minderler doldurmuştu. Sürücü olmayanların, bu yığının içinde kaybolarak uyumasını umuyorduk. Tüm ekibin biraz uyuması, birilerinin de aracı kullanması gerekiyordu.
     Yağmurlu havada dalış inanın çok keyifli olur ama fırtınayı gerçekten tavsiye etmem. Peki hava büyük ihtimalle fırtınalı olacaktı, öyleyse bizi bu yola sürükleyen neydi? Yolculuk keyfi? Soğuğa olan aşkımız mı? Hayır. Yoldaydık, çünkü Hasan kaptan hava açacak demişti.
     Aracımızı dönüşümlü olarak üç kişinin kullanmasını planlamıştık. Bir kişi aracı kullanacak, bir kişi sürücüyü uyutmamak için sohbet edecek, diğeri uyuyacaktı. Kalan ehliyetsiz iki kişiye ise her şey serbestti. Bu dönüşümlü sıranın en son ve en keyifli kısmı bana kalmıştı: Kaş'a varmadan önceki son sürücü. O yüzden biraz sohbetten sonra aracın arkasındaki eşya yığınının içine süzüldüm. "Molalarda beni uyandırmayın" diyerek sıkıca kapattım gözlerimi...
     Dalış eşim İsmail, "Hadi uyan artık" diyordu gözlerimin birini zorla araladığımda. Uyanmak istemesem de, sanırım sıra bendeydi. "Ne kadar çabuk geçti onca yol" diye düşündüm. Doğruldum, buğulu camı elimle sildim. Bir akaryakıt istasyonuna benziyordu burası, arabada benden başka kimse kalmamıştı. Arabadan hiç çıkmadan biraz daha uyuyayım, nasıl olsa beni uyandırmadan yola devam edemezler diye düşünüyordum ki, çok acıktığımı fark ettim.
     Ufak bir restoran vardı geceye bürünmüş, soluk ışıklı bu istasyonda. Açılmamak için direnen tek gözümle düşmemeye çabalayarak, keskin bir ayaz eşliğinde kendimi restorana attım.
     Daha içeri girer girmez, o baharatlı kokular tüm duyularımı doldurdu. Nerede olsa tanırım bu kokuyu: Saç kavurma.
     Herkes kendini, çeşit çeşit ikram tabaklarıyla bezenmiş masaya odaklamış beni görmüyorlardı bile. Şimdi siparişimi versem çok geç kalacaktık. Öyle hemen hazırlanmıyor ki bu yemek.
     Boş sandalyeye oturup biraz atıştırmak için çatalımı elime aldığımda, garson izin isteyerek cızırdayan saç kavurmayı önüme yerleştirip gözden kayboluverdi. Dalış eşi olmak böyle bir şey işte. Badim İsmail, ben biraz daha uykumu alayım diye, siparişimi vermiş, hazır olmasına yakın beni uyandırmıştı.
     Saç kavurmanın lezzetini mi anlatayım, masadaki başta yoğurt olmak üzere çeşit çeşit bezenmiş ufak tabakları mı bilemiyorum. Ama bir yolculukta yediğim en leziz yemeklerdi bunlar kesinlikle.
     Ve artık sürücü bendim...(Devam edecek)
         
   
   
    
    

23 Aralık 2013 Pazartesi

Ahtapot...

Foto: Tuğba İpek
     İki yıldız kursunu yeni tamamlamıştım. Hava uygun olsa da, gece dalışı olsun diye bekliyordum İzmir'de. Neredeyse her gün aramıştım dalış okulunu, "Hafta sonu dalış var mı? Gece dalışı da yapılacak mı?" diye. Belki de gülümsetmiştim heyecanımdan dolayı telefonlara bakan Nur hocayı.
     O gece geldi işte, heyecanlıyım, yüzler gülüyor, daha limanda ekipmanlar gündüzden hazırlanıyor, fenerler kontrol ediliyor.
    Tekne açılıyor limandan fokların uğradığı söylenen Yatak Odasına yakın demirliyor tekne. Gece dalışında, her zamanki badim hasta olduğu için Burcu ile badi oluyoruz. O benden daha tecrübeli bir dalgıç. Yıl sanırım 2008. Gündüzleri sık daldığımız sığ bir dalış noktası burası ama gece her şey farklı, gece beslenen ufak canlılar, bin bir renkte parıldayan planktonlar, sanki karanlık uzayda keşfe çıkmış uzay gezginleriyiz. Her gece dalışında hatırlarım bu dalışı hala. 
     Karşılıklı badimle ekipmanlarımızı son kez kontrol ediyoruz. Liderimiz Gözde hoca. Kontroller yapılırken badimin kolunda yeni aldığı dalış bilgisayarını görüyorum onlarca renkli, süslü bilekliklerinin arasında.
     Daha yakın ilerliyoruz birbirimize gece dalışlarında, o gizemli dünya zifiri karanlık. Biz fenerlerimizi çevirdikçe, ışığın aydınlattığı balıklar sanki gündüzden daha canlı renklerde, kimisi donup kalıyor fenerin ışığında. Uzayda da böyle mi hissediyor astronotlar acaba?
     Yatak odası, sığda bir mağara ama içine herkes rahatça sığıyor, ferah. Birden irkiliyorum, fenerimin ışığı mağaranın duvarına vurunca, bir insan, bir cüce oturuyor sanki orada. Badime gösteriyorum hemen heyecanla, gülümsüyor. Dikkatli bakınca bunun bir heykelcik olduğunu anlıyorum. Öyle çok gülüyorum ki duyuyor Gözde hoca. İyi misin? diyor işaretle, karşılık veriyorum.
     Bir mürenle karşılaşıyoruz, masmavi, parıldıyor, sanki bu geceye özel giyinmiş, salınıyor kovuğunun önünde. Geri dönüş yolunda, badim sürekli bana kolundaki renkli bileklikleri gösteriyor, anlamıyorum. İçimden diyorum ki : "yahu çok güzel bileklikler de, şimdi sırası mı bunları göstermenin".
     Su yüzüne çıkınca ekip, badim diyor ki: "Bilgisayarım yok, düşürdüm sanırım!" O an anlıyorum, bileklikleri göstermiyormuş badim. teknede dalış amirine haber veriyor Gözde hoca, sonraki gruplar iyice bakınacak etrafa. Teknede bir sohbet başlıyor, bir bekleyiş. Ahtapot almıştır belki diyor birisi.
     O gün öğrendim ahtapotların parlak nesneleri çok sevdiklerini, yuvalarına götürüp oraları süslediklerini, sakladıklarını. Ne ilginç değil mi? Çok meraklıdır bu canlılar, tahminlerden fazla zeka barındırırlar yumuşak narin bedenlerinde, meraklı ve sevimliler. Karada sokak kedilerini çok severim. Gizemli dünyanın kedileride bunlar işte, sekiz kollu meraklı yaramazlar. Bilgisayar o gece bulunamıyor. Üzgün badim.
     Yıllar sonra her karşılaşmamızda badimle bu dalışı konuşur güleriz, ah o yaramaz sevimli ahtapotlar...

17 Aralık 2013 Salı

10 Aralık 2013 Salı

Zincir (2)

Foto: İsmail Aytekin Koçak, Kaş
     Dev çocukların dizdiği bu taşlara yaklaşırken, sol bileğimdeki bilgisayar on beş metreyi gösteriyor, su ise yirmi sekiz derece; ne çabuk geçmiş vakit, dalış zamanımız şimdiden on dört dakika olmuş bile.
     Merakla resife doğru kumluğun üzerinden süzülürken yavaşça sola kırıyorum dümenimizi. Ardımdan gelen yeni iki yıldızlar da beni takip ediyor. Ama gözlerindeki şaşkınlık da okunuyor: "Resife gitmiyor muyuz?" der gibi.
     Benim niyetimse resife doğru uzanan bu kumluk yeşillikte, görüşümüz bu kadar mükemmelken biraz daha dolaşıp, Gürsel hocanın sır gibi sakladığı deniz atlarını bulabilmek.
     Küçücük oluyor bu deniz atları, görmek, fark etmek oldukça zor. Bu yüzden geniş bir daire çiziyorum zemini tarayarak. İşaret ettiğim için ekibinde gözleri yeşilliklerde artık, umut işte.
Göz ucuyla bakıyorum sık sık ekibe, paletlerini nasıl çırpıyorlar diye. Geride bıraktıkları eğitimler ve keyifli dalışlar, onları da süzülen birer kuş yapmış mavinin içinde. Ufak bir kuş sürüsüyüz sanki.
     Daire tamamlanınca yine rotamıza dönüyoruz, resif oldukça yakın artık. Ve üzerinde oynaşan mavi dünyanın sakinleri daha iyi seçiliyor yaklaştıkça. Resifin bize yakın kenarında bir kaç amfora var, bazıları da kayaların arasında. Hepsini tek tek gözlerimizle kontrol ediyoruz. Ahtapotlar çok sever böyle yerleri ama hepsi boş yada ufak balıklar geziyor içlerinde.
     Tahmini otuz metre çapında bir kayalık bu resif. Önce bir ucundan öbür ucuna üzerinden uçuyoruz. Sonra sağa bir dönüş ve etrafında bir tur atmaya başlıyoruz. Tam tur bitti, birkaç çipura ve papaz balığı dışında kimsecikler yok derken, o kocaman dolgun dudaklı dostumuzla göz göze geliyoruz. Orfoz bence en sıcakkanlı sakinlerinden biri bu mavi dünyanın. 

Foto: İsmail Aytekin Koçak, Kaş
     Ürkekçe ama yavaşça geri geri yüzüyor gözleri bizde. Kaçıp gidesi de yok fakat yaramazın. Bizim gibi buraları ziyaret eden dalgıçlara aşina olduğu belli. Kim bilir kaç yıldır buralarda. Korumamız gereken bir tür Orfoz (Orfozun korunması ve  Orfoz hakkında detaylı bilgiler için bu linkte WWF Türkiye' nin sayfasına göz atabilirsiniz). O kadar misafirperver davranıyor ki bu balık türü bizlere, kimilerine isim bile takılmış. Biz orta suda hareketsizce asılı kalınca, merakla hemen yanımıza geliyor. Ekipçe izliyoruz dostumuzu. Bir ara o kadar samimi davranıyor ki, elimle itmek zorunda kalıyorum gülümseyerek. Eski filmlerdeki arap bacıyı andırıyor bence: dolgun dudaklar, sarı benekler, meraklı kocaman gözler.
     Bu arada havalarımız artık dönmemiz gerektiğini söylüyor. Teknenin platformunda ağzımız kulaklarımızda anlatmaya başlıyoruz Orfoz dostumuzu, birazda abartarak...


5 Aralık 2013 Perşembe

Zincir (1)

Foto: İsmail Aytekin Koçak 2010 Kaş
     Unks ile Kaptanın birbirine seslenmeleri, tonoz şamandırasının Spartalı mızraklı bir savaşçı edasıyla Unks tarafından yakalanması...
      Suda birbirine şaka yapan çocuklar, dalgıçlara el sallayanlar ve yeniden mavinin kucağındayız.
      Bugün iki yıldız dalıcı eğitimini yeni tamamlayan dalıcılarımın ilk gezinti dalışı. Oasis banko dalış noktası için teknemiz tonoza bağlanıyor. Çünkü atılan her çapa su altı dünyasına atılan bir bıçak darbesi gibi ama maalesef her noktada tonoz yok.
    Platformdan suya atlayıp suda kuşanıyoruz ekipmanlarımızı, tamam işaretiyle alçalıyor ve kara dünyasına ait her şeyi, her düşünceyi orada bırakıp mavi dünyaya açılıyoruz yeniden...
      Deniz çayırlarıyla kaplı kumluk alanın hemen üzerinden palet çırparken, ışık hüzmeleri sağ yanımızdan aşağı doğru bize kadar uzanıyor. Bilgisayarım oniki metreyi gösteriyor.
     Palet çırpmak... belki de uçmayı anımsattığı için böyle demek geliyor içimden, kanat çırpmak gibi sanki. Kuşlar havada, biz suda çırpıyoruz kolumuzu kanadımızı.
     Beceriler öğrenilip de su içinde süzülmeye gelince sıra, önce palet çırpmayı öğretiyorum deniz kızlarına ve balık adamlara. Yüzer gibi aşağı yukarı sallayınca paletlerimizi, böyle kumluk alanlarda her yer toz duman oluyor. Oysa bir kurbağanın yüzüşü gibi çırpınca ayaklarımızı, berrak suda, kumun üzerinden sessizce kayıp gidiyoruz.
     Gencer hocanın tarif ettiği, tonozun deniz tabanındaki bağlantısına ulaşıyoruz. Artık buradan sonra pusulamı onbeş derece kuzeye bağlayıp, resifi bulmaya kalıyor işimiz.
     Bir kaç ufak balık dışında sakin mavilik, zemin yemyeşil, berrak bir gökyüzünde uçuyoruz.
     İleride resifin karaltısı yavaşça belirmeye başlıyor, doğru yoldayız. Resif, sanki dev çocukların oynamak için dümdüz kumların üzerine dizip, unutup gittiği taşlar gibi gözüküyor bu mesafeden. Hiç bir hareket yok...
    

27 Kasım 2013 Çarşamba

Anahtar...

     Sandığımızdan çok eski zamanlardan beri, insanoğlu mavinin gizeminin peşinde olmuştur. Bir inci tanesi,  parlak bir taş veya bir merak uğruna mavi gezegene dalıyoruz.
 
     Önceleri nefes tutarak, deri bir keseden soluyarak, bir ucu yerli kayığındaki borucuktan soluyarak, dalmaya başlamış eski insanlar. Ama hep karadan bir hava kaynağına bağımlı kalmış uzunca bir süre. Özgürce maviliğin ortasında süzülememiş.
 
     İlk bağımsız dalış ekipmanını, 1865 yılında  Benoit Rouquayral ve Auguste Denayrouze tarafından geliştirilen, ancak bir kaç dakika su altında nefes almaya imkan verebilen "Aerophore" la mümkün oldu. Henry A.Fleuss ilk kapalı devre dalış ekipmanını tasarlar. Ancak bu sistemler, hep kısa süreler imkan sağlar mavi gezegenin keşfine.
 
     William James, Charles Condert, Yves Le Prieur'un denemeleri derken, Philippe Taillez'in Jacques Yves Cousteau ile tanışması her şeyi birdenbire değiştirir. Ekibe katılan Freeric Dumas'ın dalış maskesi ve kauçuk paletlerle arkadaşlarını tanıştırmasıyla, 1930' lardan 1943 yılına kadar azimle çalışan ekip, su altında uzun süre bağımsız bir hava kaynağıyla artık zeminde yürümeden uçmayı mümkün kılarlar. 

      Cousteau, Gagnan' la birlikte yaptığı Aqua Lung (Su Ciğeri) adını verdikleri , bize gizemli maviliklerin anahtarını veren bu cihazla 1943 yılının bir Haziran gününde yaptıkları başarılı denemeyi "The Silent World" (Sessiz Dünya) kitabında şöyle anlatıyor: "Fransanın en iyi serbest dalıcısı Dumas, gerektiğinde yardıma koşmak için, sıcak ve zinde olarak kıyıda bekleyecekti. Karım Simone, su yüzeyinde bir şnorkelle nefes alacak ve bir maske ile beni seyrederek yüzecekti. İşlerin yolunda gitmediğini işaret ederse, Dumas bir dakikada yanımda olacaktı. Rivyera’da tanındığı adıyla “Didi” , aletsiz 60 metreye dalabiliyordu. Yaklaşık 25 kilo ağırlığındaki aletin altında sendeleyip, Charlie Chapline gibi paytak paytak yürüyerek denize girdim. Altımda koyu yabani otlarla, siyah denizkestaneleriyle ve küçük, çiçek gibi beyaz yosunlarla kaplı bir vadi açıldı. Kum, berrak bir mavi sonsuzluğa doğru akıyordu. Güneş o kadar parlak yansıyordu ki, gözlerimi kısmak zorunda kaldım. Kollarım yanlarda asılı, paletlere hafifçe vurdum ve hız alıp, kumluğu arkamda bırakarak aşağıya doğru inmeye başladım… Heyecan içinde dibe ulaştım… Yukarı baktım ve ayna gibi parlayan yüzeyi gördüm. Simone’un oyuncak bebek büyüklüğündeki zarif karaltısı aynanın tam ortasındaydı. Elimi salladım. Bebek de bana salladı…”



 

17 Kasım 2013 Pazar

Gece...

      Deniz, balıkçıl kuşunun tüyleri gibi simsiyah, ardımızda liman fenerin aralıklı keskin ışığı, motorun mırıltısı ve kaptanın zaman zaman açtığı projektörün denizin üstünü dar bir ışık hüzmesiyle taraması, tekrar karanlık ve sessizlik.

     Bu kadar çok yıldız ne zaman geldi gökyüzüne ve bu kadar parlak...

     O gece, burnum tıkalı olduğu için dalmayacaktım. Teknede dalıcılara yardım edecek ve yıldızların tadını çıkartacaktım. Aklımdaki tek düşünce, teknenin demirleyip, tüm dalgıçların suya inmesi, sırtüstü yatıp yıldızları seyretme anımın gelmesiydi. Denizin ve sessizliğin büyüsünü yara yara ilerlerken Kaptan aniden bana seslendi: Hocam!, yukarı gelir misin hemen?

     Yukarısı: Kaptanın Köşkü, daha önce hiç çıkmadığım, Kaptan'a ait teknenin sır dolu köşkü.

     Hızlıca merdivenleri tırmandım, kaptan köşkünün açık kapısından Süleyman kaptan gözünü rotadan ayırmadan bana birşeyi işaret ediyordu: seyyar projektörü.

     O zamana kadar bu ufak teknede bu kadar karışık cihazların olduğunu fark etmemiş olmama şaşırdım. Sanki uzay gemisinin kumanda odası gibiydi burası. Kaptan, bir takım düğmelere basıyor, değişen ekranları yorumluyor, zaman zaman hızını arttırıyor, zaman zaman duruyordu. Ve durduk, benden yedek ışıkla tarif ettiği noktayı aydınlatmamı istedi. Sessiz ve karanlık bu denizin ortasında tek biz vardık bence. İçim garip bir heyecanla dolmuştu, her sabah geçtiğim bu yerde, denizin ortasında, Kaptanı tedirgin edip durduracak, benden yardım istemesine sebep olacak ne olabilirdi? Aniden yükselen bir kaya parçası mı? Büyük bir yaratık mı? Sessizce avlanan kaçak bir balıkçı mı? Ne olabilirdi? Çok heyecanlanmıştım ama Kaptana da bir şey sorup dikkatini dağıtmak istemiyordum.
 
     "Tamam", dedi Kaptan. Tekrar hareketlendik, yedek ışığı elimden alıp yerine koydu. "Neydi o, niye durduk?" dedim, "Bir şey değil, radarda bir şey vardı, ama gördün işte yokmuş" dedi.
 
     Artık peş peşe sorabilirdim sorularımı. Tek tek sordum, hangi cihaz ne işe yarıyor, nasıl çalışıyor diye. Sıkılmadan hepsini cevapladı, uzun uzun, bir çocuğa anlatır gibi. Gece yol almak ne zormuş gerçekten. Ama Kaptan gayet rahat ve kendinden emindi.
 
     Yanımda sıcak kahvem, tekneye vuran minik dalgaların ufak sesleri ve kayan ilk yıldız...
 

(Fotoğraf :Çeşme, gece dalışı, Onur Şener)

13 Kasım 2013 Çarşamba

Huzura bir adım...(2)


     Dalış grupları, dalış sıraları  planlanmış, dalış eşleri eşleşmişti. Dalış brifingi tamamlanmış, artık teknemizin dalış bölgesine varmasını bekliyorduk.
    
     Ankara'nın ayazından sonra, çarşaf gibi bir deniz, taze bir hava ve tenimize dokunan ılık akdeniz rüzgarı tüm düşüncelerimizi silip atıyor, bizi ruhumuzla baş başa bırakıyordu.
 
 
     Arkadaşların sohbetinden yine tanıdık bir soru kulağıma dokundu: "Görebilecek miyiz ?".
 
     Ve işte o büyülü an gelip çatmıştı: Teknemizin platformundan bir büyük adım ve dalgıç suda... önce keskin bir serinlik ardından ılık suyun yarattığı mutluluk. Bildiğimiz dünya hala maskemizden bize bakıyor, paletlerimiz ise artık gizemli dünyanın içinde yavaşça salınıyor. Az sonra tamamen içine dalacağımız huzurlu su altı dünyası.
    
     Dört kişiden oluşan grubuma ben liderlik ediyordum. Dalışa başladığımız bölge "Fener" dalış bölgesiydi. Yavaşça eşler birbirini, ben grubu takip ederek sekiz metreye yavaşça alçaldık. Güneş öyle güzel bir mavilik yaratıyordu ki rotamızdan vazgeçip sadece orda bu manzarayı seyrederek planlanan dalış süremizin bitmesini bekleyebilirdik.
 
    Gruptan aldığım her şey yolunda işaretiyle yavaşça paletler ardımda hareketlendi. Altımızda yeşil kısa çayırlar, yanımızdan meraklı meraklı geçen ufak papaz balıkları, sanki hep oradaymışız gibi bize bakıp işlerine devam ediyorlardı.
    
     Kuzeye doğru ilerleyip, kayalıklar arasında belki ilginç, bizden utanan bir balık görme umuduyla kayalıkların üstünde sırayla süzüldük. İşte en sevdiğim yer: Duvar. Karada bir uçurumun kenarında hangimiz korkusuzca durabiliriz? Hangimiz uçurum kenarında durup, kollarımızı bir kanat gibi açıp kendini aşağıya bırakabilir? İşte burada, bu duvarda yine sırayla duvarın üstünde kısa bir an durup, aşağıya bir kuş gibi süzüldük.
 
     24 metreye süzüldük bir sıra kuş gibi ve ilk meraklı orfoz kardeşimiz burda karşıladı bizi. Çekinmeden yanımızda dolaştı. Grubun tüm üyelerini selamladı. Artık konuşmuyor işaretlerle anlaşıyorduk ama herkeste olduğu gibi bende de aynı soru dolaşmaya başladı :" Görebilecek miyiz?" Bir yandan gözlerim etrafı ararken, bir yandan grubumu takip ediyordum. Grubun tüm üyeleri sakince düzeni bozmadan anın tadını çıkarıyor, her bakışmamızda mutluluklarını her şey yolunda işareti vererek bana gösteriyorlardı.
 
     Ağırlıklarımızı karada unutmuş gibi bu mavi dünyanın içinde uçar gibi süzülürken, dalış bilgisayarım 25 metreyi, manometremse 150 bar havayı gösteriyordu. Altımızda sanki yüzlerce yıl önce onları düşüren sahiplerine inat kıpırdamadan ahtapotların yuvası olmuş amforalar geri dönüp yavaş yavaş yükselmeye başlayacağımız yeri işaret ediyordu bana.
 
     Yeşil çayırlar altımızda, suyun ve kabarcık seslerimizin verdiği huzur duygusu, sanki hep burada yaşıyorduk. Fakat dönüş yolunda hafif eğimli kumluk zemini takip ederken ne bir ahtapot görmüş nede onu bulabilmiştik. Olsun herkes mutluydu suyun altında özgürce süzülebilmek bir süreliğine de olsa oralı gibi olmak bize yetiyordu.
    
    Bilgisayarım dalış zamanını 37 dakika gösterdiğinde hala tüm grubun fazlasıyla havası vardı. Teknenin yakınına gelmiştik, derinlik 10 metreydi. İlerde kumların üstünde fazlasıyla biçimli bir kaya bana garip gelmişti. Yavaşça o tarafa yöneldim gruba takip etmesini işaret ettim. Kayaya bir iki metre kala, kaya hareketlendi yanlarından kollarını sallayarak grubun etrafında yavaş bir daire çizdi yüzünü bize döndü. Herkes şaşkınlık ve mutluluktan suyun ortasında öylece asılı kalmış, yol boyu hayalini kurdukları Caretta carettaya tanışmanın keyfini sürüyordu. Görmüştük...
    
     Teknenin arkasında tuzlu sular üzerimizden süzülürken yeniden ağırlaşan bedenimiz ve ekipmanlarımıza aldırmadan, teknede kalanlara nispet kaplumbağamızın boyutları hakkında abartılar başlamıştı bile...
      
      Bunca kilometre yol, yapılan hazırlıklar, ama mavi dünyanın ev sahibiyle göz göze bir an... Her şeye bedel.
   

Huzura bir adım... (1)

    

 
     Kaş'ta hava 24 derece,  su ise 22 derece diye haber almıştık daha yola çıkmadan. Yine de "suya girince üşüyecek miyiz?" diye de sormadan edemiyorduk kendi kendimize.
      Kat kat giyindiğimiz giysilerimizi, gecenin serinliğine inat, bir bir çıkardık yaklaştıkça Akdeniz'e.
     Uyandığımız bu cumartesi sabahında Kaş, güneşliydi ve dalışla ilgili heyecan ve umutlarımızı arttırmıştı. Kim bilir belki görebilirdik ....
      Bu mevsimde ağır da olsa su serinliyordu. Ancak serinledikçe de sualtında görüş daha berraklaşıyordu. Bu gizemli dünyanın sakinleri farklı bir mevsim sürmeye başlıyordu kendi gezegenlerinde. Bu bizim için farklı türler, sürprizler demekti.
     Saat dokuza yaklaştığında, odalarına yerleşen dalgıç ve dalgıç adayları yavaş yavaş kahvaltı masalarını dolduruyordu.
     Ama dalışa gelmiştik, öyle sakin sakin denizin muhteşem manzarasını seyrederek kahvaltıya vakit yoktu. Gün dalış  günüydü.
     Her dalılş günü saat 10'u gösterdiğinde teknede "kıç neta" sesi duyulur ve liman artık geride kalmaya başlar. Bu yüzden kahvaltının ardından limanın yakınındaki pansiyonumuzdan artık tekneye doğru yola çıkmanın vakti gelmişti.
     Bir yandan grubun önünden komşu tekne sakinleriyle selamlaşarak yürüyor, bir yandanda ilk defa sualtını keşfedecek denizkızı ve balık adam adaylarının gözlerindeki heyecanı görerek kendi ilk dalış günlerimi anımsıyordum.
      Kimisi sessizce arkamdan yürüyor, teorik derslerde öğrendiklerini düşünüyor, kimisi de " Hocam! görebilecek miyiz?" diye soruyordu.
      Tekne ağırca liman ağzına yaklaştığında, heyecanlı ve neşeli bir faaliyet başlamıştı bile. Bröveli dalıcılar, daha az tecrübelilere ekipmanlarını hazırlamada yardım ediyor, yeni başlayacaklar eğitmenleriyle birlikte ekipmanlarını ilk defa hazırlıyor sorular soruyorlardı. Henüz sualtıyla tanışmaya karar vermemiş misafirlerimiz ise merakla bu koşuşturmayı seyrediyor, dönüşte gururla arkadaşlara gösterilecek kareleri yakalamaya çalışıyorlardı...(devamı yarına)
     

4 Ekim 2013 Cuma

Merhaba Kaş...

İşte ilk fotoğrafımız da katıldı aramıza, malum alt gezegenden alabileceğimiz yegane şey görüntü, bırakacağımız ise ardımızda sadece kabarcıklarımız... Görüşmek üzere, sağlıcakla kalın.
Merhaba;

Bugün, bu gece dalış kayıt defterime başlıyorum. Tatlı bir heyecan var üstümde, sanki ben yazarken hepiniz aynı anda okuyormuş gibi. Çok yeni daha blogum, daha tasarlaması, düşünmesi ve en önemlisi dalışta hissettiklerimi sizinle paylaşması var. Ama merak etmeyin artık başladık...