23 Aralık 2013 Pazartesi

Ahtapot...

Foto: Tuğba İpek
     İki yıldız kursunu yeni tamamlamıştım. Hava uygun olsa da, gece dalışı olsun diye bekliyordum İzmir'de. Neredeyse her gün aramıştım dalış okulunu, "Hafta sonu dalış var mı? Gece dalışı da yapılacak mı?" diye. Belki de gülümsetmiştim heyecanımdan dolayı telefonlara bakan Nur hocayı.
     O gece geldi işte, heyecanlıyım, yüzler gülüyor, daha limanda ekipmanlar gündüzden hazırlanıyor, fenerler kontrol ediliyor.
    Tekne açılıyor limandan fokların uğradığı söylenen Yatak Odasına yakın demirliyor tekne. Gece dalışında, her zamanki badim hasta olduğu için Burcu ile badi oluyoruz. O benden daha tecrübeli bir dalgıç. Yıl sanırım 2008. Gündüzleri sık daldığımız sığ bir dalış noktası burası ama gece her şey farklı, gece beslenen ufak canlılar, bin bir renkte parıldayan planktonlar, sanki karanlık uzayda keşfe çıkmış uzay gezginleriyiz. Her gece dalışında hatırlarım bu dalışı hala. 
     Karşılıklı badimle ekipmanlarımızı son kez kontrol ediyoruz. Liderimiz Gözde hoca. Kontroller yapılırken badimin kolunda yeni aldığı dalış bilgisayarını görüyorum onlarca renkli, süslü bilekliklerinin arasında.
     Daha yakın ilerliyoruz birbirimize gece dalışlarında, o gizemli dünya zifiri karanlık. Biz fenerlerimizi çevirdikçe, ışığın aydınlattığı balıklar sanki gündüzden daha canlı renklerde, kimisi donup kalıyor fenerin ışığında. Uzayda da böyle mi hissediyor astronotlar acaba?
     Yatak odası, sığda bir mağara ama içine herkes rahatça sığıyor, ferah. Birden irkiliyorum, fenerimin ışığı mağaranın duvarına vurunca, bir insan, bir cüce oturuyor sanki orada. Badime gösteriyorum hemen heyecanla, gülümsüyor. Dikkatli bakınca bunun bir heykelcik olduğunu anlıyorum. Öyle çok gülüyorum ki duyuyor Gözde hoca. İyi misin? diyor işaretle, karşılık veriyorum.
     Bir mürenle karşılaşıyoruz, masmavi, parıldıyor, sanki bu geceye özel giyinmiş, salınıyor kovuğunun önünde. Geri dönüş yolunda, badim sürekli bana kolundaki renkli bileklikleri gösteriyor, anlamıyorum. İçimden diyorum ki : "yahu çok güzel bileklikler de, şimdi sırası mı bunları göstermenin".
     Su yüzüne çıkınca ekip, badim diyor ki: "Bilgisayarım yok, düşürdüm sanırım!" O an anlıyorum, bileklikleri göstermiyormuş badim. teknede dalış amirine haber veriyor Gözde hoca, sonraki gruplar iyice bakınacak etrafa. Teknede bir sohbet başlıyor, bir bekleyiş. Ahtapot almıştır belki diyor birisi.
     O gün öğrendim ahtapotların parlak nesneleri çok sevdiklerini, yuvalarına götürüp oraları süslediklerini, sakladıklarını. Ne ilginç değil mi? Çok meraklıdır bu canlılar, tahminlerden fazla zeka barındırırlar yumuşak narin bedenlerinde, meraklı ve sevimliler. Karada sokak kedilerini çok severim. Gizemli dünyanın kedileride bunlar işte, sekiz kollu meraklı yaramazlar. Bilgisayar o gece bulunamıyor. Üzgün badim.
     Yıllar sonra her karşılaşmamızda badimle bu dalışı konuşur güleriz, ah o yaramaz sevimli ahtapotlar...

17 Aralık 2013 Salı

10 Aralık 2013 Salı

Zincir (2)

Foto: İsmail Aytekin Koçak, Kaş
     Dev çocukların dizdiği bu taşlara yaklaşırken, sol bileğimdeki bilgisayar on beş metreyi gösteriyor, su ise yirmi sekiz derece; ne çabuk geçmiş vakit, dalış zamanımız şimdiden on dört dakika olmuş bile.
     Merakla resife doğru kumluğun üzerinden süzülürken yavaşça sola kırıyorum dümenimizi. Ardımdan gelen yeni iki yıldızlar da beni takip ediyor. Ama gözlerindeki şaşkınlık da okunuyor: "Resife gitmiyor muyuz?" der gibi.
     Benim niyetimse resife doğru uzanan bu kumluk yeşillikte, görüşümüz bu kadar mükemmelken biraz daha dolaşıp, Gürsel hocanın sır gibi sakladığı deniz atlarını bulabilmek.
     Küçücük oluyor bu deniz atları, görmek, fark etmek oldukça zor. Bu yüzden geniş bir daire çiziyorum zemini tarayarak. İşaret ettiğim için ekibinde gözleri yeşilliklerde artık, umut işte.
Göz ucuyla bakıyorum sık sık ekibe, paletlerini nasıl çırpıyorlar diye. Geride bıraktıkları eğitimler ve keyifli dalışlar, onları da süzülen birer kuş yapmış mavinin içinde. Ufak bir kuş sürüsüyüz sanki.
     Daire tamamlanınca yine rotamıza dönüyoruz, resif oldukça yakın artık. Ve üzerinde oynaşan mavi dünyanın sakinleri daha iyi seçiliyor yaklaştıkça. Resifin bize yakın kenarında bir kaç amfora var, bazıları da kayaların arasında. Hepsini tek tek gözlerimizle kontrol ediyoruz. Ahtapotlar çok sever böyle yerleri ama hepsi boş yada ufak balıklar geziyor içlerinde.
     Tahmini otuz metre çapında bir kayalık bu resif. Önce bir ucundan öbür ucuna üzerinden uçuyoruz. Sonra sağa bir dönüş ve etrafında bir tur atmaya başlıyoruz. Tam tur bitti, birkaç çipura ve papaz balığı dışında kimsecikler yok derken, o kocaman dolgun dudaklı dostumuzla göz göze geliyoruz. Orfoz bence en sıcakkanlı sakinlerinden biri bu mavi dünyanın. 

Foto: İsmail Aytekin Koçak, Kaş
     Ürkekçe ama yavaşça geri geri yüzüyor gözleri bizde. Kaçıp gidesi de yok fakat yaramazın. Bizim gibi buraları ziyaret eden dalgıçlara aşina olduğu belli. Kim bilir kaç yıldır buralarda. Korumamız gereken bir tür Orfoz (Orfozun korunması ve  Orfoz hakkında detaylı bilgiler için bu linkte WWF Türkiye' nin sayfasına göz atabilirsiniz). O kadar misafirperver davranıyor ki bu balık türü bizlere, kimilerine isim bile takılmış. Biz orta suda hareketsizce asılı kalınca, merakla hemen yanımıza geliyor. Ekipçe izliyoruz dostumuzu. Bir ara o kadar samimi davranıyor ki, elimle itmek zorunda kalıyorum gülümseyerek. Eski filmlerdeki arap bacıyı andırıyor bence: dolgun dudaklar, sarı benekler, meraklı kocaman gözler.
     Bu arada havalarımız artık dönmemiz gerektiğini söylüyor. Teknenin platformunda ağzımız kulaklarımızda anlatmaya başlıyoruz Orfoz dostumuzu, birazda abartarak...


5 Aralık 2013 Perşembe

Zincir (1)

Foto: İsmail Aytekin Koçak 2010 Kaş
     Unks ile Kaptanın birbirine seslenmeleri, tonoz şamandırasının Spartalı mızraklı bir savaşçı edasıyla Unks tarafından yakalanması...
      Suda birbirine şaka yapan çocuklar, dalgıçlara el sallayanlar ve yeniden mavinin kucağındayız.
      Bugün iki yıldız dalıcı eğitimini yeni tamamlayan dalıcılarımın ilk gezinti dalışı. Oasis banko dalış noktası için teknemiz tonoza bağlanıyor. Çünkü atılan her çapa su altı dünyasına atılan bir bıçak darbesi gibi ama maalesef her noktada tonoz yok.
    Platformdan suya atlayıp suda kuşanıyoruz ekipmanlarımızı, tamam işaretiyle alçalıyor ve kara dünyasına ait her şeyi, her düşünceyi orada bırakıp mavi dünyaya açılıyoruz yeniden...
      Deniz çayırlarıyla kaplı kumluk alanın hemen üzerinden palet çırparken, ışık hüzmeleri sağ yanımızdan aşağı doğru bize kadar uzanıyor. Bilgisayarım oniki metreyi gösteriyor.
     Palet çırpmak... belki de uçmayı anımsattığı için böyle demek geliyor içimden, kanat çırpmak gibi sanki. Kuşlar havada, biz suda çırpıyoruz kolumuzu kanadımızı.
     Beceriler öğrenilip de su içinde süzülmeye gelince sıra, önce palet çırpmayı öğretiyorum deniz kızlarına ve balık adamlara. Yüzer gibi aşağı yukarı sallayınca paletlerimizi, böyle kumluk alanlarda her yer toz duman oluyor. Oysa bir kurbağanın yüzüşü gibi çırpınca ayaklarımızı, berrak suda, kumun üzerinden sessizce kayıp gidiyoruz.
     Gencer hocanın tarif ettiği, tonozun deniz tabanındaki bağlantısına ulaşıyoruz. Artık buradan sonra pusulamı onbeş derece kuzeye bağlayıp, resifi bulmaya kalıyor işimiz.
     Bir kaç ufak balık dışında sakin mavilik, zemin yemyeşil, berrak bir gökyüzünde uçuyoruz.
     İleride resifin karaltısı yavaşça belirmeye başlıyor, doğru yoldayız. Resif, sanki dev çocukların oynamak için dümdüz kumların üzerine dizip, unutup gittiği taşlar gibi gözüküyor bu mesafeden. Hiç bir hareket yok...