27 Kasım 2013 Çarşamba

Anahtar...

     Sandığımızdan çok eski zamanlardan beri, insanoğlu mavinin gizeminin peşinde olmuştur. Bir inci tanesi,  parlak bir taş veya bir merak uğruna mavi gezegene dalıyoruz.
 
     Önceleri nefes tutarak, deri bir keseden soluyarak, bir ucu yerli kayığındaki borucuktan soluyarak, dalmaya başlamış eski insanlar. Ama hep karadan bir hava kaynağına bağımlı kalmış uzunca bir süre. Özgürce maviliğin ortasında süzülememiş.
 
     İlk bağımsız dalış ekipmanını, 1865 yılında  Benoit Rouquayral ve Auguste Denayrouze tarafından geliştirilen, ancak bir kaç dakika su altında nefes almaya imkan verebilen "Aerophore" la mümkün oldu. Henry A.Fleuss ilk kapalı devre dalış ekipmanını tasarlar. Ancak bu sistemler, hep kısa süreler imkan sağlar mavi gezegenin keşfine.
 
     William James, Charles Condert, Yves Le Prieur'un denemeleri derken, Philippe Taillez'in Jacques Yves Cousteau ile tanışması her şeyi birdenbire değiştirir. Ekibe katılan Freeric Dumas'ın dalış maskesi ve kauçuk paletlerle arkadaşlarını tanıştırmasıyla, 1930' lardan 1943 yılına kadar azimle çalışan ekip, su altında uzun süre bağımsız bir hava kaynağıyla artık zeminde yürümeden uçmayı mümkün kılarlar. 

      Cousteau, Gagnan' la birlikte yaptığı Aqua Lung (Su Ciğeri) adını verdikleri , bize gizemli maviliklerin anahtarını veren bu cihazla 1943 yılının bir Haziran gününde yaptıkları başarılı denemeyi "The Silent World" (Sessiz Dünya) kitabında şöyle anlatıyor: "Fransanın en iyi serbest dalıcısı Dumas, gerektiğinde yardıma koşmak için, sıcak ve zinde olarak kıyıda bekleyecekti. Karım Simone, su yüzeyinde bir şnorkelle nefes alacak ve bir maske ile beni seyrederek yüzecekti. İşlerin yolunda gitmediğini işaret ederse, Dumas bir dakikada yanımda olacaktı. Rivyera’da tanındığı adıyla “Didi” , aletsiz 60 metreye dalabiliyordu. Yaklaşık 25 kilo ağırlığındaki aletin altında sendeleyip, Charlie Chapline gibi paytak paytak yürüyerek denize girdim. Altımda koyu yabani otlarla, siyah denizkestaneleriyle ve küçük, çiçek gibi beyaz yosunlarla kaplı bir vadi açıldı. Kum, berrak bir mavi sonsuzluğa doğru akıyordu. Güneş o kadar parlak yansıyordu ki, gözlerimi kısmak zorunda kaldım. Kollarım yanlarda asılı, paletlere hafifçe vurdum ve hız alıp, kumluğu arkamda bırakarak aşağıya doğru inmeye başladım… Heyecan içinde dibe ulaştım… Yukarı baktım ve ayna gibi parlayan yüzeyi gördüm. Simone’un oyuncak bebek büyüklüğündeki zarif karaltısı aynanın tam ortasındaydı. Elimi salladım. Bebek de bana salladı…”



 

17 Kasım 2013 Pazar

Gece...

      Deniz, balıkçıl kuşunun tüyleri gibi simsiyah, ardımızda liman fenerin aralıklı keskin ışığı, motorun mırıltısı ve kaptanın zaman zaman açtığı projektörün denizin üstünü dar bir ışık hüzmesiyle taraması, tekrar karanlık ve sessizlik.

     Bu kadar çok yıldız ne zaman geldi gökyüzüne ve bu kadar parlak...

     O gece, burnum tıkalı olduğu için dalmayacaktım. Teknede dalıcılara yardım edecek ve yıldızların tadını çıkartacaktım. Aklımdaki tek düşünce, teknenin demirleyip, tüm dalgıçların suya inmesi, sırtüstü yatıp yıldızları seyretme anımın gelmesiydi. Denizin ve sessizliğin büyüsünü yara yara ilerlerken Kaptan aniden bana seslendi: Hocam!, yukarı gelir misin hemen?

     Yukarısı: Kaptanın Köşkü, daha önce hiç çıkmadığım, Kaptan'a ait teknenin sır dolu köşkü.

     Hızlıca merdivenleri tırmandım, kaptan köşkünün açık kapısından Süleyman kaptan gözünü rotadan ayırmadan bana birşeyi işaret ediyordu: seyyar projektörü.

     O zamana kadar bu ufak teknede bu kadar karışık cihazların olduğunu fark etmemiş olmama şaşırdım. Sanki uzay gemisinin kumanda odası gibiydi burası. Kaptan, bir takım düğmelere basıyor, değişen ekranları yorumluyor, zaman zaman hızını arttırıyor, zaman zaman duruyordu. Ve durduk, benden yedek ışıkla tarif ettiği noktayı aydınlatmamı istedi. Sessiz ve karanlık bu denizin ortasında tek biz vardık bence. İçim garip bir heyecanla dolmuştu, her sabah geçtiğim bu yerde, denizin ortasında, Kaptanı tedirgin edip durduracak, benden yardım istemesine sebep olacak ne olabilirdi? Aniden yükselen bir kaya parçası mı? Büyük bir yaratık mı? Sessizce avlanan kaçak bir balıkçı mı? Ne olabilirdi? Çok heyecanlanmıştım ama Kaptana da bir şey sorup dikkatini dağıtmak istemiyordum.
 
     "Tamam", dedi Kaptan. Tekrar hareketlendik, yedek ışığı elimden alıp yerine koydu. "Neydi o, niye durduk?" dedim, "Bir şey değil, radarda bir şey vardı, ama gördün işte yokmuş" dedi.
 
     Artık peş peşe sorabilirdim sorularımı. Tek tek sordum, hangi cihaz ne işe yarıyor, nasıl çalışıyor diye. Sıkılmadan hepsini cevapladı, uzun uzun, bir çocuğa anlatır gibi. Gece yol almak ne zormuş gerçekten. Ama Kaptan gayet rahat ve kendinden emindi.
 
     Yanımda sıcak kahvem, tekneye vuran minik dalgaların ufak sesleri ve kayan ilk yıldız...
 

(Fotoğraf :Çeşme, gece dalışı, Onur Şener)

13 Kasım 2013 Çarşamba

Huzura bir adım...(2)


     Dalış grupları, dalış sıraları  planlanmış, dalış eşleri eşleşmişti. Dalış brifingi tamamlanmış, artık teknemizin dalış bölgesine varmasını bekliyorduk.
    
     Ankara'nın ayazından sonra, çarşaf gibi bir deniz, taze bir hava ve tenimize dokunan ılık akdeniz rüzgarı tüm düşüncelerimizi silip atıyor, bizi ruhumuzla baş başa bırakıyordu.
 
 
     Arkadaşların sohbetinden yine tanıdık bir soru kulağıma dokundu: "Görebilecek miyiz ?".
 
     Ve işte o büyülü an gelip çatmıştı: Teknemizin platformundan bir büyük adım ve dalgıç suda... önce keskin bir serinlik ardından ılık suyun yarattığı mutluluk. Bildiğimiz dünya hala maskemizden bize bakıyor, paletlerimiz ise artık gizemli dünyanın içinde yavaşça salınıyor. Az sonra tamamen içine dalacağımız huzurlu su altı dünyası.
    
     Dört kişiden oluşan grubuma ben liderlik ediyordum. Dalışa başladığımız bölge "Fener" dalış bölgesiydi. Yavaşça eşler birbirini, ben grubu takip ederek sekiz metreye yavaşça alçaldık. Güneş öyle güzel bir mavilik yaratıyordu ki rotamızdan vazgeçip sadece orda bu manzarayı seyrederek planlanan dalış süremizin bitmesini bekleyebilirdik.
 
    Gruptan aldığım her şey yolunda işaretiyle yavaşça paletler ardımda hareketlendi. Altımızda yeşil kısa çayırlar, yanımızdan meraklı meraklı geçen ufak papaz balıkları, sanki hep oradaymışız gibi bize bakıp işlerine devam ediyorlardı.
    
     Kuzeye doğru ilerleyip, kayalıklar arasında belki ilginç, bizden utanan bir balık görme umuduyla kayalıkların üstünde sırayla süzüldük. İşte en sevdiğim yer: Duvar. Karada bir uçurumun kenarında hangimiz korkusuzca durabiliriz? Hangimiz uçurum kenarında durup, kollarımızı bir kanat gibi açıp kendini aşağıya bırakabilir? İşte burada, bu duvarda yine sırayla duvarın üstünde kısa bir an durup, aşağıya bir kuş gibi süzüldük.
 
     24 metreye süzüldük bir sıra kuş gibi ve ilk meraklı orfoz kardeşimiz burda karşıladı bizi. Çekinmeden yanımızda dolaştı. Grubun tüm üyelerini selamladı. Artık konuşmuyor işaretlerle anlaşıyorduk ama herkeste olduğu gibi bende de aynı soru dolaşmaya başladı :" Görebilecek miyiz?" Bir yandan gözlerim etrafı ararken, bir yandan grubumu takip ediyordum. Grubun tüm üyeleri sakince düzeni bozmadan anın tadını çıkarıyor, her bakışmamızda mutluluklarını her şey yolunda işareti vererek bana gösteriyorlardı.
 
     Ağırlıklarımızı karada unutmuş gibi bu mavi dünyanın içinde uçar gibi süzülürken, dalış bilgisayarım 25 metreyi, manometremse 150 bar havayı gösteriyordu. Altımızda sanki yüzlerce yıl önce onları düşüren sahiplerine inat kıpırdamadan ahtapotların yuvası olmuş amforalar geri dönüp yavaş yavaş yükselmeye başlayacağımız yeri işaret ediyordu bana.
 
     Yeşil çayırlar altımızda, suyun ve kabarcık seslerimizin verdiği huzur duygusu, sanki hep burada yaşıyorduk. Fakat dönüş yolunda hafif eğimli kumluk zemini takip ederken ne bir ahtapot görmüş nede onu bulabilmiştik. Olsun herkes mutluydu suyun altında özgürce süzülebilmek bir süreliğine de olsa oralı gibi olmak bize yetiyordu.
    
    Bilgisayarım dalış zamanını 37 dakika gösterdiğinde hala tüm grubun fazlasıyla havası vardı. Teknenin yakınına gelmiştik, derinlik 10 metreydi. İlerde kumların üstünde fazlasıyla biçimli bir kaya bana garip gelmişti. Yavaşça o tarafa yöneldim gruba takip etmesini işaret ettim. Kayaya bir iki metre kala, kaya hareketlendi yanlarından kollarını sallayarak grubun etrafında yavaş bir daire çizdi yüzünü bize döndü. Herkes şaşkınlık ve mutluluktan suyun ortasında öylece asılı kalmış, yol boyu hayalini kurdukları Caretta carettaya tanışmanın keyfini sürüyordu. Görmüştük...
    
     Teknenin arkasında tuzlu sular üzerimizden süzülürken yeniden ağırlaşan bedenimiz ve ekipmanlarımıza aldırmadan, teknede kalanlara nispet kaplumbağamızın boyutları hakkında abartılar başlamıştı bile...
      
      Bunca kilometre yol, yapılan hazırlıklar, ama mavi dünyanın ev sahibiyle göz göze bir an... Her şeye bedel.
   

Huzura bir adım... (1)

    

 
     Kaş'ta hava 24 derece,  su ise 22 derece diye haber almıştık daha yola çıkmadan. Yine de "suya girince üşüyecek miyiz?" diye de sormadan edemiyorduk kendi kendimize.
      Kat kat giyindiğimiz giysilerimizi, gecenin serinliğine inat, bir bir çıkardık yaklaştıkça Akdeniz'e.
     Uyandığımız bu cumartesi sabahında Kaş, güneşliydi ve dalışla ilgili heyecan ve umutlarımızı arttırmıştı. Kim bilir belki görebilirdik ....
      Bu mevsimde ağır da olsa su serinliyordu. Ancak serinledikçe de sualtında görüş daha berraklaşıyordu. Bu gizemli dünyanın sakinleri farklı bir mevsim sürmeye başlıyordu kendi gezegenlerinde. Bu bizim için farklı türler, sürprizler demekti.
     Saat dokuza yaklaştığında, odalarına yerleşen dalgıç ve dalgıç adayları yavaş yavaş kahvaltı masalarını dolduruyordu.
     Ama dalışa gelmiştik, öyle sakin sakin denizin muhteşem manzarasını seyrederek kahvaltıya vakit yoktu. Gün dalış  günüydü.
     Her dalılş günü saat 10'u gösterdiğinde teknede "kıç neta" sesi duyulur ve liman artık geride kalmaya başlar. Bu yüzden kahvaltının ardından limanın yakınındaki pansiyonumuzdan artık tekneye doğru yola çıkmanın vakti gelmişti.
     Bir yandan grubun önünden komşu tekne sakinleriyle selamlaşarak yürüyor, bir yandanda ilk defa sualtını keşfedecek denizkızı ve balık adam adaylarının gözlerindeki heyecanı görerek kendi ilk dalış günlerimi anımsıyordum.
      Kimisi sessizce arkamdan yürüyor, teorik derslerde öğrendiklerini düşünüyor, kimisi de " Hocam! görebilecek miyiz?" diye soruyordu.
      Tekne ağırca liman ağzına yaklaştığında, heyecanlı ve neşeli bir faaliyet başlamıştı bile. Bröveli dalıcılar, daha az tecrübelilere ekipmanlarını hazırlamada yardım ediyor, yeni başlayacaklar eğitmenleriyle birlikte ekipmanlarını ilk defa hazırlıyor sorular soruyorlardı. Henüz sualtıyla tanışmaya karar vermemiş misafirlerimiz ise merakla bu koşuşturmayı seyrediyor, dönüşte gururla arkadaşlara gösterilecek kareleri yakalamaya çalışıyorlardı...(devamı yarına)