Sandığımızdan çok eski zamanlardan beri, insanoğlu mavinin gizeminin peşinde olmuştur. Bir inci tanesi, parlak bir taş veya bir merak uğruna mavi gezegene dalıyoruz.
Önceleri nefes tutarak, deri bir keseden soluyarak, bir ucu yerli kayığındaki borucuktan soluyarak, dalmaya başlamış eski insanlar. Ama hep karadan bir hava kaynağına bağımlı kalmış uzunca bir süre. Özgürce maviliğin ortasında süzülememiş.
İlk bağımsız dalış ekipmanını, 1865 yılında Benoit Rouquayral ve Auguste Denayrouze tarafından geliştirilen, ancak bir kaç dakika su altında nefes almaya imkan verebilen "Aerophore" la mümkün oldu. Henry A.Fleuss ilk kapalı devre dalış ekipmanını tasarlar. Ancak bu sistemler, hep kısa süreler imkan sağlar mavi gezegenin keşfine.
William James, Charles Condert, Yves Le Prieur'un denemeleri derken, Philippe Taillez'in Jacques Yves Cousteau ile tanışması her şeyi birdenbire değiştirir. Ekibe katılan Freeric Dumas'ın dalış maskesi ve kauçuk paletlerle arkadaşlarını tanıştırmasıyla, 1930' lardan 1943 yılına kadar azimle çalışan ekip, su altında uzun süre bağımsız bir hava kaynağıyla artık zeminde yürümeden uçmayı mümkün kılarlar.
Cousteau, Gagnan' la birlikte yaptığı Aqua Lung (Su Ciğeri) adını verdikleri , bize gizemli maviliklerin anahtarını veren bu cihazla 1943 yılının bir Haziran gününde yaptıkları başarılı denemeyi "The Silent World" (Sessiz Dünya) kitabında şöyle anlatıyor: "Fransanın en iyi serbest
dalıcısı Dumas, gerektiğinde yardıma koşmak için, sıcak ve zinde olarak kıyıda
bekleyecekti. Karım Simone, su yüzeyinde bir şnorkelle nefes alacak ve bir
maske ile beni seyrederek yüzecekti. İşlerin yolunda gitmediğini işaret ederse,
Dumas bir dakikada yanımda olacaktı. Rivyera’da tanındığı adıyla “Didi” ,
aletsiz 60 metreye dalabiliyordu. Yaklaşık 25 kilo ağırlığındaki aletin altında
sendeleyip, Charlie Chapline gibi paytak paytak yürüyerek denize girdim.
Altımda koyu yabani otlarla, siyah denizkestaneleriyle ve küçük, çiçek gibi
beyaz yosunlarla kaplı bir vadi açıldı. Kum, berrak bir mavi sonsuzluğa doğru
akıyordu. Güneş o kadar parlak yansıyordu ki, gözlerimi kısmak zorunda kaldım.
Kollarım yanlarda asılı, paletlere hafifçe vurdum ve hız alıp, kumluğu arkamda
bırakarak aşağıya doğru inmeye başladım… Heyecan içinde dibe ulaştım… Yukarı
baktım ve ayna gibi parlayan yüzeyi gördüm. Simone’un oyuncak bebek
büyüklüğündeki zarif karaltısı aynanın tam ortasındaydı. Elimi salladım. Bebek
de bana salladı…”